Menu

Güleryüzlü Sohbetler: Aziz Nesin

"Dedim ki hâkime, efendim bu dava açılmasa çok iyi olurdu; çünkü bir sanık mahkemede bir davadan dolayı ya aklanır ya ceza alır. Yani benim aklanmam da mümkündür, ceza almam da. Eğer bu davanın sonunda aklanırsam Türk milletinin yüzde 60 aptal olduğu mahkeme kararıyla tescil edilecek. Onun için bu davayı açmasanız iyi olur. Ve aklandım!.."

Ses dosyaları

Aziz Bey, sizi tanımak büyük bir zevk ve onur. Nadiren, böylesine hakiki bir insan ve gerçek bir sanatçıyla tanışıyor insan...
Biz yeni tanışmıyoruz. Galiba 30 sene mi oldu ne; sen gençtin, ben de orta yaşlıydım. 

Siz hâlâ gençsiniz. Diyebilirim ki bir noktada birbirimize yaklaştık; ikimizin de beyazları var bolca. Ama tabii bu öbür noktalarda size yaklaştığım anlamına gelmez.
Sen mesleğinde gerçekten ustasın. 

Uzun zamandır, çocuklarla ilgili vakfınız hakkında bilgi sahibi olduğum halde, bu son halini görünce şaşırdım.
Çok teşekkür ederim. 

Peki Aziz Bey, neler oluyor?
Olan çok şey var. Beni en çok ilgilendirenlerden biri Türkiye’nin ve dünyanın genel durumu ve tabii vakfa kadar uzanan olaylar. Bunları düşünüyor, bunların tasarısıyla uğraşıyorum. Bir yandan da tabii bir yazarın antenleri dünyayı dinler olmalıdır; ben de öyle yapıyorum. 

Nereden başladınız ve şu ana kadar neler yaptınız? 72’de, kâğıt üzerinde resmen Nesin Vakfı kuruldu. 

Kaç yaşındaydınız?
Efendim, 1915’liyim. Demek ki 57 yaşındaydım başladığımda. İlk olarak vakıf senedi yaptım. İyi ki o vakıf senedini oldukça demokratik bir dönemde yapmışım, yani 12 Eylül’de olsaydı zorlanırdım; Evren burasını kapatmak için elinden geleni yaptı. Bütün anti-demokratik yolları deneyerek... Bir Milli Eğitim müfettişi gönderdi, kapatmak niyetiyle. Fakat müfettiş namuslu bir adam çıktı. Yerinde rapor verdi. Evren işten çıkardı adamı. Şimdi dua ediyor; daha çok para kazanıyormuş. Vakfı kurduktan sonra arazi satın almaya başladık. Şimdi beş ayrı yerde arazimiz var. 1972 yılında inşaat işlerine giriştik. Demek ki 22 sene oluyor. 1980’de çocuk almaya başladık. Kız-erkek karışık. Daha çok, küçük yaşta çocuklar; çünkü 68 aylık çocukları yetiştirmek çok daha kolay. Ağaç yaşken eğilir. Onları yetiştirmek, eğitmek, Nesin Vakfı’nın ilkelerine uymalarını sağlamak için bu, şart. Ama gel gör ki Türkiye’de kadın bulamıyorsun. Nitekim burada zaman zaman aşçılar defolup gider. Ben 3 ay yemek yaptım çocuklara. O zaman yapabiliyordum, şimdi artık yapamam. Çocuklar kendileri yapıyor. 

Bu, kendi aralarında bir görev taksimi mi?
Evet, aralarında bir işbölümü var. 30 çocuk bulunuyor şu anda Nesin Vakfı’nda. İkisi Ankara’da üniversitede okuyor. Vakfın bir evi var, orada kalıyor kızlar. Birisi Kütüphanecilik 2. sınıfta okuyor; diğeri Gazi Enstitüsü’nde, öğretmen olacak. Bir kızım da üç yıl önce üniversiteden mezun oldu. Jeoloji mühendisi. Türkiye’ye jeolog ne lazım? Bakıyoruz Avrupa’da var, buraya da kuruyoruz. Bir sene işsiz kaldı. Çok akıllı, dürüst bir çocuk. Bunlar yabancı dil öğrenmezler okullarda. Türkiye’de Cumhuriyet tarihinden bu yana yabancı dil öğrenmiş çocuk hiç yoktur. Bizim eğitim programı sadece sahtecilik üzerine olduğu için... Ayrıca öğretmenliği de bilmez pek çoğu. Ben de tuttum çocuğu İngilizce kursuna gönderdim. Sekiz ay sonra kendi mezun olduğu okula İngilizce öğretmeni oldu. Bundan komik bir şey olamaz. Sözde öğretmen! Sekiz ay kursa gidip, öğretmen olabilir mi insan? İlkokul, ortaokul ve lise olmak üzere değişik yaş gruplarından çocuklarımız da var. Bazen 35’e kadar çıkıyor. 

Yeni binanızda kaç çocuk olacak?
60 çocuk. Zaten limit 80, sanıyorum. 20 de personel, 100 kişi olacak. 

Yeni binanın en altında balkonlu bir tiyatro salonu, balkonun önündeki fuayede de resim galerisi var.
Evet, onun arkasında yemek salonu, altında mutfak. Yemek salonuna koku gidiyordu; bu yüzden asansörle alt kata aldık mutfağı. Yemek salonunun üstünde de bir kabul odası var. Daha yukarıda 5 kat çocukların odaları. O beş katta da her katta yedi oda var. En üstte kendime iki odalı küçük bir yer yaptım, o da kaptan köşkü. Çalışma odamı şimdi çocuklar okuma salonu olarak kullanıyor. Yeni binada tabii yukarıda çalışma odam olacak. 

Tavşanlar, tavuklar
Efendim, şimdi burada ilginç bir gözlem var. Türk milleti korkunç tüketici, çocukluğundan başlayarak tüketici. Bu gördüğünüz bahçede eskiden muhabbetkuşları vardı. Önde kuş yeri vardır, ayrıca bir kuşhane. Orada 80 tane muhabbetkuşu öldü, akvaryumda balık hiç kalmadı. Papağanlar üç defa alındı, kalmadı; ördek, hindi, keçi, 10 tane inek, hiçbiri kalmadı. Niçin alıyorum bunları? Çocuklar üretime alışsın diye. Fakat çocuklar üretime alışamıyor. Küçük yaşta buraya gelmemişse, tüketici toplumdan geldiği için kendisi de tüketici oluyor. Örneğin bu bahçede neler neler yetişir? Halbuki biz sebzeyi pazardan alırız, meyveyi dalında çürütürüz. Bu, Türk toplumunun özelliklerinden biri ve buraya da yansıyor. Oysa bu çocukları yetiştirmenin ilkelerinden biri de onları üretici yapmak. Hizmet üretmek, teknolojik, hayvansal, tarımsal ürünler ya da düşünce üretmek... 

Cevap alıyor musunuz?
Tabii, alıyoruz. Ama memnun edecek kadar değil. 

Peki, sizce bu toplumdan niye yeteri kadar sanatçı çıkmıyor?
Sanatçı çıkmıyor, bilim adamı çıkmıyor, yaratıcı çıkmıyor. Ben bunu merkezi yönetime bağlıyorum. En baştaki kim? Allah. Allah düşünür, Allah yapar, Allah beni kurtarır, Allah verir. Çocuk ölür; “Allah verdi, Allah aldı” denir. Çocuklar aile içinde kime tabidir, babaya. Okula gider, öğretmene. Askere gider onbaşıya, onbaşı generale, oradan padişaha, krala, başbakana kadar çıkar. Merkezi yönetim bu demektir. Bunu bilmiyor Türkiye. Ben aptal dedim ya yüzde 60’ı, tabii fazla bu yüzde 60’tan. Nadiren bu toplumun içerisinden dürüst ve namuslu insan çıkıyor. Mucize gibi bir şey. Örneğin o usta olmasaydı, biz bu binaları da yapamaz, dolandırılırdık. Çok dolandırıldık. Bir ara sakız koyun aldım. Sakız koyun üç ya da dört yavru yapar her sene ve çok fazla süt verir. Yalnız bunları dağa, kıra, bayıra koşmayacak, güneşte tutmayacaksın. Suyunu, yemeğini vereceksin. Eskiden İstanbul’da sakız koyun çok vardı. Ben o sakız koyunlara, lisede öğrenciyken çobanlık ederdim. Sonra onları sattık. O parayla ev aldık. İstanbul’da sakız koyun kalmamış. Nasıl örneğin çitlembik ağacı kalmadıysa... Sor çocuklara çitlembik ne diye, bilmezler.

Hadi çitlembik biz de geldik bitlendik. Bu bir çocuk tekerlemesidir.
Çitlembik gibi kız derler. Neyse çitlembik gibi, sakız koyun da kalmamış. Arayıp bulduk. Büyük para vererek 8 tane aldık. Şimdi buna kim bakacak? Bir işçi arıyoruz tabii. Bulduk da... Bir ayda 8 sakız koyunu da öldürdü. İnanılır gibi değil! 

O, sakız koyun cellatıymış.
Her şeyin cellatı ve halis Türk işte. Yani şimdi ben bunu söyledim diye Türklere, kendi milletime düşmanım. 

Bu çok tehlikeli bir laf.
Evet, her yerde söylüyorum. Şimdi bir de bizim bütün bu binayı yapan bir ustamız var; olağanüstü bir işçi. Hiç okumamış, ayakları büyük, iriyarı bir adam. İlkokula giderken pabuçlarını eskimesin diye kolunun altına alıyor, koşuyor, okuluna gidiyor. Ayakları yolda donuyor tabii; sınıfa da ayaklarını muslukta yıkayıp, öyle giriyor. İlkokulu bitiremiyor. Harika, eşi bulunmaz bir adam. Bir gün bir işçi burada, güneşte duvara yaslanmış, oturuyormuş. Türk işçisi. “Ne öyle oturuyorsun?” diye soruyor bu usta. “Biz böyleyiz” diyor, “köyde böyle oturur, göğe, güneşe bakarız. Allahım yağmur verme diye dua ederiz.” Hüseyin Usta çalışkan bir adam, dünyanın en çalışkan adamı; çıldırıyor. “Neden?” diyor. Cevap: “Eğer yağmur yağmazsa, her sene bize hükümet yardım eder.” İşte, genel Türk. Bunun böyle olduğunun çok belirgin örneği bu son seçimlerdi. Son seçimlerde parmaklarımıza mürekkep sürdüler. Niçin? Çünkü sahtekâr olduğumuzdan tekrar dönüp oy vermeyelim diye. İşte sahtekârlığımızın devlet tarafından saptanmış örneği, budur. Sahtekâr bir milletiz. Yüzde 80 sahtekârız. Devlet beni mahkemeye versin, sahtekâr dedim diye. Sen sahtekâr olduğunu saptıyorsun ve kendin boyatıyorsun. Ben de boyattım, bilmiyordum, bir daha kendimi boyatmam; Türk milletinin de onuru varsa kendisini boyatmaz. Layık olduğu yönetim bu olduğu için bu muameleye maruz kalıyor. Layık olmasa bu beğenmedikleri hükümetler iş başına gelmez ya da Refah Partisi bu kadar oy almaz. Beni mahkemeye veriyorlar yüzde 60’ı aptal dedim diye. İndirimli; yüzde 60 olur mu? Bizim aptallarımız fazladır. Türkiye’nin her yerinden; Mersin, Bursa, Adana, İstanbul’dan mahkemeye verdiler beni. Vatandaş veriyor. Neden? Aptal dedim diye. Bir defa, onların Türk olduğu kuşkulu çünkü Türkiye’de Türk azdır. Ben halis Türk’üm. 1071’de gelmiş atalarım bir köye, oradan hiç karışmamışlar çünkü verimsiz toprağı. Ben Türk’üm diyenlerin hepsi Türk değil, yani kan bağı bakımından da kuşkulu. Anayasaya göre Türk’üm diyen herkes Türk’tür. Ama bu kuşkulu adamlar kalktılar beni mahkemeye verdiler. Onlar mı daha Türk, ben mi daha Türk’üm? Ben ne yapmışım Türkiye için? Bu, meydanda. Durmadan da bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Dünyaya tanıtmada, şurada burada. Kim daha fazla, ne yapıyor?

Yalnız bizim millet çok gururludur. Ben şunu gördüm hep mesela. Gelir önünüzdeki duvara çişini yapar. “Kardeşim ayıp değil mi, buraya çiş yapılır mı?” dersiniz, adamın gururuna dokunur. Ayrıca üstüne bir de sizi öldürmeye kalkar. Yani gururdan anladığı budur. Çişini yapar, hımkırır, sümkürür.
Çocuklara anlatıyorum bu ara. Hımkırmak, sümkürmek yalnız Türklükten gelmiyor; çünkü aynı adam İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i görmemiş, büyük kentte yaşamamış, onun düzenini bilmiyor. Şak diye ya trenle ya uçakla Almanya’ya gidiyor. Hiç tükürmüyor, hiç işemiyor; çünkü mekân adamı terbiye ediyor, işetmiyor. Ama aynı adam İstanbul’a geliyor... İstanbul’da tükürülmeyecek yer yok ki! Ve insanın yüzüne tükürülür; niçin? Sen ahlaksız, pis, adi bir insansın diye. Yüzüne tükürmek deyimi var bizde. Savcılığa ifadeye gidiyorum. Savcı diyor ki: “Aziz Bey, vallahi az söylemişsiniz. Yüzde 80, hatta yüzde 90 aptalız biz.” Beni mahkemeye veren savcı da mutlaka böyle düşünüyor. İnanıyorum ki Adalet Bakanı da yüzde 60 olduğuna inanıyor. Dedim ki hâkime, efendim bu dava açılmasa çok iyi olurdu; çünkü bir sanık mahkemede bir davadan dolayı ya aklanır ya ceza alır. Yani benim aklanmam da mümkündür, ceza almam da. Eğer bu davanın sonunda aklanırsam Türk milletinin yüzde 60 aptal olduğu mahkeme kararıyla tescil edilecek. Onun için bu davayı açmasanız iyi olur. Ve aklandım!.. 

Gerekçeli karar neydi?
Kasıt yoktu. Hakikaten kastım yoktu benim, Türk milleti aptal derken. Bu davanın açılması bile bir aptallıktır. Bakan ne diye dava açtırıyor, savcı istemiyorsa? Bakanlık yoluyla dava açmak aslında sistemin insanları nasıl aptallaştırdığını gösteriyor. Sistem bozuk. 

Bütün bu arkanızdaki dağlar gibi eserlere, açıksözlülüğünüze ve dümdüz yolunuza rağmen düşünceleriniz ve siz tehdit altındasınız. Yani sizin canınıza kastetmek istiyorlar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Doğal kabul ediyorum; çünkü beni kendilerinden olmayan bir varlık olarak görüyorlar. Kendilerinden değilim. Çok ilginç şeyler var tabii. Örneğin, bir banka telefon ediyor, “Aziz Bey yeni bir diziye başlayacağız banka olarak. Sizden de bir kitap rica ediyoruz.” Aslında ben bunun olmayacağını biliyorum. Teşekkür ediyorum. Sonra gidiyor, bir yere danışıyor, nasıl yaptık bu işi falan diyorlar. Şimdi o yayından birçok yazarın kitabı çıktı. Benimkinden ses yok. Aynı şey, TV dizilerinde ve tiyatroda da söz konusu. Alınmıyorum böyle şeylere. Vız geliyor bana. O yayınevinden kitabım çıksa ne olur, çıkmasa! Ben kendi kitabımı kendim çıkarıyorum. 

Peki, olmanız mı iyi, olmamanız mı?
Vallahi, bazen olmamam, bazen de çok zor ama, olmam. 

Hayır, yani hiç gelmeseydiniz dünyaya, Türkiye’ye. Böyle düşünenler var mı acaba?
Ben öyle düşünmüyorum; ama böyle düşünenler var. Bir tane Karadenizli hemşerimiz beni öldürene bilmem kaç yüz ya da bin dolar verecekmiş. Vallahi, mahkemeye verdim. “Onu öldürteceğim, mezarının üzerine de kenef yaptıracağım” demiş. Bu vatandaş nasıl bir hırsla dolu bana karşı! Ne kadar bayağı bir şey. 

O duygusuyla ilgili muhasebeyi acaba neye göre yapıyor?
Çok zengin bir müteahhit kendisi. Türkiye’de bu adamlar zengin oluyor. Zannediyorlar ki ben ortadan kalkarsam, rahatlayacak Türkiye. İstanbul’un Belediye Başkanı, “Aziz Nesin ismini sileceğim” dedi. Aziz Nesin ismi yok ki zaten, yani Aziz Nesin Parkı, Aziz Nesin Kültür Merkezi... 

Affedersiniz, bana düşmez bunu söylemek ama, bir ismi bir caddeye vermeyebilirler veya verilmişse kaldırabilirler ama bir milletin kültüründen birini kazımak kolay değildir. Bunu hâlâ idrak edemedilerse, yazık!
Bundan birkaç sene önce bir gazetede Aziz Nesin’i kültür elçisi yapacağız diye bir demeç çıktı. Efendim, cevap verdim: “Ben zaten kültür elçisiyim, senin iradenle kültür elçisi olamam.” Yani bir bakan beni kültür elçisi yapmış, olur mu böyle bir şey? Devletin elçisi olur. Hiçbir laik ülkede din ataşesi yoktur. Biz icat etmişiz; Türkiye’nin din ataşeleri var ve bu olacak şey değil. Ticaret ataşesi, kültür ataşesi, deniz ataşesi olur, askeri ataşe olur. 

Nedir din ataşesi?
Din ataşeleri Atatürkçü dinciler; yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nın maaşla atadığı adamlardır. Bunları elçiler de beğeniyor; niçin beğeniyor? “Atatürkçü” diyor. Halbuki maaşı devletten aldığı için Atatürkçü. Maaş almasın da gör bakalım Atatürkçü mü, değil mi? En son “şeriat” diye bas bas bağırıyorlardı. Laik bir devlette din ataşesi olur mu? Bunu düşünmüyorlar ama niçin iyi diyorlar? Çünkü Cemalettin Kaplan’a göre iyi. Özel dershaneler de bizim icadımızdır; dünyada, üniversiteye öğrenci yetiştiren hiçbir özel dershane yoktur. Bize özgü bir şey. Biz, icat ede ede bunu ediyoruz. Hiçbir toplumsal kavram, hiçbir teknolojik buluş yok bizde. Böyle acayiplikler var. Bir de laikiz diyoruz. 

Sanatçı niye az yetişiyor?
Onun ölçüsünü bulmak lazım. Sanatçı bizde çok yetişiyor; çünkü çok kolay. Bana en çok gelen, şiir kitaplarıdır. 

Ama biz şair milletizdir, öyle değil mi? Herkes şair zanneder kendini. 
En kolayı o. Tabii üne de meraklıyız. Gerçek şairlerimizin kolaycacık bu işi başardığını zannediyoruz. 

Aziz Bey, sizin gençliğinizde, bir sanat ortamına girmek, işinizin dikkat çekmesi, o kadar kolay değildi. Şimdi nasıl görüyorsunuz?
Çok şey değişti tabii. Benim dönemimde, benim kuşağımdan insanların ünlenmesi için, çok ilginç bir şey, biraz da ayıp doğrusu, hapishaneye girmesi gerekiyordu. Bu ressamlar için de, şairler için de böyleydi. Ressama düşmandır bu millet, yazara düşmandır ama müzisyenin farkında değildir. O çalarken, öttürürken, bana muhalif mi değil mi, farkına varmaz. Liman Sergisi’nde adamları, yaptıkları orağa, çekice benziyor diye takibata uğratmışlardı. Benim dönemimde böyleydi; hatta hapishaneye girmemiş olanı yazardan saymazlardı. Bu tabii devletin, sistemin ayıbıydı. Hatta bazı hapishaneye girmiş, çile çekmiş insanlar gerçekte öyle olmadığı halde yine yazar ve şair geçinmişler, antolojiye de aynen girmişlerdir. Bana göre onların antolojiye girecek değeri yoktur; ama hapishaneye girmiş, polisin takibine uğramış, sürgüne gitmiş diye bir avanstı bu, sanatçılık avansı. Oysa tabii bununla gerçek sanatçı değeri ölçülmez. Şimdi daha mı zor sanatçı olmak, yani kendini kabul ettirmek, bilemiyorum. O zaman gazete ile edebiyat arasında bir yakınlık vardı. Edebiyatçıların çoğu gazeteci olurdu ve o yolla daha tanınırdı. Bugün o yol da kapalı. Eğer madrabaz değilse, sanatçının kendisini kabul ettirmesi çok daha zor gibi geliyor bana.

Mesela bizde niye edebiyatçılar resme uzaktır?
19. yüzyılda öyle değilmiş, gruplar varmış. Ressam, müzisyen, edebiyatçı. Hatta resimler var; ressamla kol kola yazar, müzisyen. Bizde 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayarak kopmuş. Şimdi Türk Yazarlar Sendikası’nın böyle bir girişimi var; ama bunu siyasi yönden alıyorlar. Siyasi yönden alınmasıyla birlikte sanat akışı da gerekli. Ressamın yazarla konuşması, yazarın müzisyenle konuşması ve bunların ilişki kurmasında kendi sanatları bakımından çok yarar var. Bizim ilişkilerimiz kopmuş. Belki yaşam biçiminden ya da yaşam koşullarından geliyor; ya da zamansızlıktan. 1940’larda, 50’lerde fena değildi. Şimdi hiç yok. Paris’te kahveler çok önemli, hepsi birer okul. Türkiye’de de vardı o kahveler. Meserret vardı, Küllük vardı. 

Entelektüel kahveler...
İstiklal Caddesi’nde Nisuaz, Petrograd vardı. Oralarda toplanırdı üniversite ve sanatçı çevresi. 

Son Baylan’dı.
O daha çok edebiyatçılarındı. Baylan’da bir garson vardı, ona profesör derdim ben. Adamı kürsüye koy, profesör. 

Rum garsonlar vardı.
Daha önce Rus kadınlar vardı. 

Leonidas vardı, hatırlıyorum. Bize biraz adap da öğretmişlerdi onlar. Nasıl oturulur, ne ısmarlanır falan. Siz doğadasınız şimdi, artık şehirle de ilginiz kalmadı.
Bir evim var Teşvikiye’de. İşim olduğu zaman, ki oluyor tabii sık sık, oraya gidiyorum; istemeyerek gidiyorum üstelik. Sergilere hemen hemen hiç gidemiyorum. Bir de başımda korumalar var. Konsere, sergiye ancak üç polisin eşliğinde gidebiliyorum. Böyle bir zorluk da söz konusu. 

Nasıl yaşıyorsunuz korumalarla?
Son Ankara’ya gidişimde 6-7 kişiydik. Ben otelde yatıyorum, onlar dışarıda bekliyor. 

Onlar için de üzülüyorsunuz galiba.
Asıl üzüldüğüm şu: Teşvikiye’deki evimin karşısında bir minibüs dolusu resmi elbiseli, silahlı polis gece gündüz bekliyor. Anlamıyorum; dilekçe verdim, bu adamlara ödediğiniz maaşa günahtır diye. 10-15 gün gitmediğim oluyor. Orada bekliyorlar. 

Sağ olsunlar.
Ben işe yarayacağını sanmıyorum. Beni öldürmeye niyetleri varsa bunların hiçbir işe yarayacağı yok. Şöyle bir şey oluyor bir de; korumayı öldürüyorlar. Düşün, koruma ölürse sen onun vicdan azabını çekeceksin. Adam benim yüzümden öldü diyelim. Çoluğu çocuğu var. Birisini koruyacağım diye niye ölsün adam?...

 


MAKALE ARŞİVİNE GERİ DÖN