Menu

Güleryüzlü Sohbetler: Komet

"Türkiye’den uzakta, Paris’te olmam geçmişime dışarıdan bakma olanağı sağladı bana ve bu da beni belli bir romantizme sürükledi. Aşırı duyarlı bir romantizme. 70’li yıllarda müthiş bir anti-art, anti-pentür bir hal içindeydim. Ve bu zamanla öyle bir entelektüel mastürbasyona dönüştü ki ruhumu kaybettim sandım."

Birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki, bir süre sonra ne diyeceğimizi biliyoruz ve herkesin bizden beklediğinden daha fazlasını birbirimizden bekliyoruz. Onun için de çoğu zaman kavgalara varan bir dostluk bu. Bize bu dostlukla, içimden geçtiğin zamanla, şiirinle, hayatınla, sanatınla ilgili bir şeyler söyle. Öğrencilik yıllarından şunu hatırlıyorum: Bir gün bizim atölyeye gelmişsin. İki tane resmim vardı benim. Bir tanesinin üzerinde bildiğimiz Pat boya olan, aynı boylarda iki resim. “Kimin bunlar yahu?” demişsin, çok ilgini çekmiş. Benim olduğunu söylemişler. Geldin benimle konuştun, bir hayli moral verdin. Bu moral beni yıllarca götürdü; 40 sene, 30 sene... (Gülüşmeler.)

Ne kadar oluyor birbirimizi tanıyalı?
Akademi’ye girer girmez tanıştık. 60’larda falan. Ama o arada belli zamanlarda beraber yaramazlıklar da yapıyorduk hani. Hatta çılgınlıklar!..

30 yıl oluyor. Şimdi sana duvarımda asılı duran şu resimden söz etmek istiyorum. 1972’de yaptığın bir resim bu.
Paris’te yapmıştım.

Beaux Arts’daki atölyede yapmıştın. Rue Cujas’da oturduğun tavan arasındaki döneme rastlıyor galiba, değil mi?
Evet, Singier’nin atölyesinde yaptığım resim.

Ve o sırada İstanbul’dan yanında getirdiğin fotoğraflar...
Dokümanlar, aile fotoğrafları, gazete kupürleri, absürd şeyler, kitsch olaylar... Bir ara onların resimlerini yapmayı düşündüm; ama sonra dedim ki bunlar kendileri zaten varolan şeyler ve böylece vazgeçtim.

İstersen yine duvardaki resme dönelim. Sanırım burada beni en fazla ilgilendiren, bir resmin içindeki farklı portreler. Ben bunlara bir seri portre olarak bakıyorum. Bu portrelerin Türkiye’de 12 Mart sonrasında arananların portreleriyle bir ilgisi var mı? Olmaz olur mu! Onlar var, anneler, çarşaflı kadınlar var. Bütün o karmaşa. Teknik olarak çok iyi bir resim değil, biraz savruk ama cesaretli bir çalışma; aykırı şeyleri birbiriyle harmanlamış. Mesela filler, tank gibi bir şeylerin içindeler; geçit resmi gibi. Aynı zamanda belli bir komikliğiyle tabii.

Bence hiç de savruk bir yanı yok. Ben bu resmi çok uzun zaman seyrettim; çünkü yatak odamda asılıydı. Aslında herkesin anlayacağı bir resim değil; görenler iç karartıcı buluyorlar. Tabii bir ressamın resmi en fazla bir diğer ressama bir şeyler söylüyor. Öte yandan benim daha sonraki resimlerimle de aralarında bir bağ var. Karanlığın içinden gelen yüzlerdi bunlar. Aslında dönemle de yakından ilgili. Bir de gölge oyunu imajları var. Çok güzel bir resim. Benim için gerçekten çok önemli. O zamandan bu zamana resmini etkileyen meseleler farklılaştı. Şimdi nelerden etkileniyorsun; resmini neler etkiliyor? Bir de genel olarak nasıl bakıyorsun dünyadaki resim meselesine?
Biliyorsun ki ilk tarif ettiğim dönemde büyük bir yüzey üzerine küçük küçük ve ayrı parçalar halinde çalışıyordum. Ayrıca tualin bütününü düşünerek böyle bir çalışmaya girişmiştim, hatırlarsan. Sonra tereddüte düştüm. Acaba o çoklu şeyi mi devam ettirseydim diye; çünkü, “Tek kareler çok güzel, bunları büyütsen güzel olabilir” diyenler olmuştu. Sonradan onları büyütmeye başladım. Daha ekspresyonist bir tavrım vardı, çok daha güncel olaylarla ilgili. Yani dramatik unsurla komiği birleştirmeye çalışıyordum. Bu da zor bir şey sanatta biliyorsun. Bu arada Türkiye’den uzakta, Paris’te olmam geçmişime dışarıdan bakma olanağı sağladı bana ve bu da beni belli bir romantizme sürükledi. Aşırı duyarlı bir romantizme. 70’li yıllarda müthiş bir anti-art, anti-pentür bir hal içindeydim. Ve bu zamanla öyle bir entelektüel mastürbasyona dönüştü ki ruhumu kaybettim sandım. Aykırı da olsa, kendi duyarlılığıma uygun birtakım denemelere girişmek istedim; peyzajlar yaptım, içlerine acayip figürler koydum. Bazıları başarılı oldu; ama başarılı olmayanlar da çıkmadı değil.

O dönemde Türkiye’de yaşanan politik ortamın değişmesini arzulayan, bunu resimde yapmaya çalışan bir kesim vardı. O kesim bizdik. Türk resmine bir karabasan ve kara mizah hâkimdi. Senin, bütün romantizmine rağmen o duyarlılıkla dalga geçtiğini düşünürdüm.
İnsan uzaktayken, olaylara bir nevi, öldükten sonra yaşıyormuş gibi bakıyor. Belli çevrelerden ayrılıyor, başka bir çevreye giriyorsun. Şunu hatırlıyorum mesela: Singier’nin atölyesinde çalışıyordum. Sen de uğruyordun ara sıra. Singier resmimi seviyor, bayağı tutuyordu; fakat bir sabah atölyeye geldi, çok erken, saat yedide mi ne... Belki de akşam beraber içmiştik, hatırlamıyorum. Bir de ona hücum etmiştim biliyorsun; Légion d’Honneur’ü vardı. Biz de solcu olduğumuzdan madalyalara karşıydık. “Sen” dedi, “çok dramatik resim yapıyorsun. Bu beni rahatsız ediyor.” Ben de ona senin resimlerin “sükre”, çok şekerli dedim. “Ama” dedi, “ben iki savaş yaşadım.” Çocukken Belçika-Fransa sınırında doğmuş. Şimdi daha iyi anlıyorum tabii. Bu demek değil ki Singier’nin resmini sükre bulmuyorum hâlâ. Çok seviyorum, o ayrı. Ecole de Paris bir anlamıyla çok eski. Yani bir denge, bir armoni arayışı. Yeni abstre o eski abstre değil aslında. Şimdi bir de şu var: Bizim müzelerdeki primitifleri de çok severim. Hafif naif, hafif kitsch. Güzel manzaralar, kahvelerdeki o ördekli mavi resimler... Yani belli zamanlarda bu tür peyzajlar da yaptım. Aralarına tabii kontrast şeyler koyuyordum, gerek anlam gerek anekdot gerek form olarak. Bu, bir parça da genel resim akımlarına duyduğum nefretten kaynaklanıyordu. Yarışın dışına çıkmak gibi bir şey; ama içimde de devamlı başka şeyler olduğu için büyük çelişkiler yaşıyordum. Sadece pentürle bile iki üç yön vardı gittiğim. Ama zannediyorum son zamanlarda bu durum kendiliğinden belli bir yere doğru kanalize oluyor. Yani geleneksel espası kullanarak yapılan çalışmalar. Son yıllarda objeyle veya elle yüzey üzerine yapılan boyamalar var ve bunlar çeşitli kavgalara yol açıyor. İnsan bence her türlü malzeme ve yöntemle resim yapabilir; önemli olan sonuç. Ben yapanları kınamıyorum. Mesela bir Fransız ressam vardı, yeni fabrikadan çıkmış bir kasanın üzerine bir buzdolabı koyardı. Dehşet verici! Ben onu da seviyorum. Son iki-üç yıldır, hiç göstermedim ama meyveler, sebzeler ve çeşitli buketlerle bir şeyler yapıyorum, yani bir tür yeni anlamlar katma çabası. Biliyorsun, eskiden şiir yazardım ve Paris’e gidince ilk zamanlar yazmaya devam ettim. Sonra baktım ki dilin içinde yaşamak lazım, bıraktım. Son yıllarda tekrar yazmaya başladım. Çok acayip, ilginç, komik şeyler var aslında. “Gık, gık, gık, ağaçların altındaki gık. Bir gün alırım elime...” Neydi unuttum. Bir de istiyorum ki resim sanki kendiliğinden ortaya çıkmış gibi olsun. Aynı zamanda 20, bazen 30 resme bile çalışıyorum. Kazıyor, yıkıyor, çıkıyorum, bir şeyler çıkıyor onu itiyorum, bazısı hiç çıkmıyor, çok kızıyorum tabii. Sonra bir şeyler belirmeye başlıyor. Üzerinde beş ay, üç ay çalışıyorsun ve ancak birtakım ışıklar, gölgeler çıkmaya başladıktan sonra yönetebiliyorsun onu. Orada işte anekdottan ilham geliyor yahut figürlerden. Belli bir şiir arıyorum yani. Tabii onun plastik olarak da değerlenmesi önemli. Resim diliyle anlatıyorsun bir şeyi. Bazen iyi şeyler çıkıveriyor. Mutlu oluyorsun. Bu sene formdaydım; 10-15 iyi resim çıktı.

Bunlar emprovize bence.
Tamamen.

Braque, “Benim resmimde düşünülmüş taşınılmıştan çok, beklenilmeyen rol oynar” diyor.
Bazıları “realite” der. O zaman ben olmam, yani yapamam onu.

Evet, mesela resmi tamamen başka bir yerde oluşturup, hatta eskizini yapıp ondan sonra son derece kararlı bir şekilde temize çekenler var. Sen de ben de öyle resim yapmıyoruz.
Hayır, öyle değil tabii. Müthiş bir süratle çalışıyorum. O anda zekânı, ruhunu, her şeyini ona vermen lazım. Anında karar alabilmelisin.

Bir tür otomobil yarışı.
Tamamen öyle. Aslında bazı paradokslar var bizim yaşantımızda. Rembrandt’ın da resimleri aynı ayarda değildi. Kimsenin aynı ayarda değildir. Bir Picasso’ya baktığın zaman belli bir dönemin en iyi resimlerinin nasıl çıktığını görüyorsun.

Ve bu resimleri hazırlayan resimler var.
Tabii, sonraki resimler var; onlar da düşüyor ama zirvede her zaman birkaç resim oluyor. Bir de her gün yaratmaya mecbursun. Bu müthiş yorucu bir şey. Bir sergiye angaje oluyorsun, belli bir birikimin var. Eli yüzü düzgün bir iş ortaya koyuyorsun. Ama bir de kendinin bile beklemediği, şaşırdığı resimler çıkıyor. Bunu nasıl yaptım ben, nasıl çıktı, tesadüf diyorsun. Bir de bir çarpışmadan çıkan, artık dokunamayacağın bir yere gelmiş, oldu dediğin resimler çıkıveriyor. Hani perilerin sihirli değnekleri vardır da değer ya, onun gibi bir şey oluyor.

Fakat hakiki ressam meselesi önemli bir olay. Ben sende ve birkaç arkadaşta daha onu görmüşümdür. Rahmetli Burhan Uygur’da, Alaaddin Aksoy’da... Ressam doğmak diye bir şey var, değil mi?
Benim bileğim yoktur mesela...

O çok ayrı, yanıltıcı bir şey. Ustaca çizme meselesinden bahsetmiyorum, şiirselliğinden bahsediyorum; çünkü ben resmi şiire çok benzetiyorum. Yani iyi şair illaki çok güzel cümleler kuran veya iyi tasvirler yapan biri değildir. İyi çizemeyenlerde de resim duygusu olabilir. O yüzden de sanat okullarında yapılan seçmelere hiç inanmıyorum. Bir ressamın kumaşını anlamak o kadar kolay bir olay değil. Çoğu zaman, çok yetenekli gözükenlerden pek bir şey çıkmadığı da olmuştur, değil mi?
Doğru tabii. Son zamanlarda şunu tasarlıyorum: Önceden desen çizerek, karar vererek resim yapmayı denemek istiyorum biraz. Şimdi üzerine giderek yapacağım, kaldırmayacağım koyduğum şeyi.

İkisi arasında bir tercih yapmadın hiçbir zaman, değil mi? Şiirini de resmin kadar koruyabiliyor musun?
Resimde malzeme unsuru çok zorlu bir şey; maddenin resimde bir şeylere dönüşmesi lazım. Yani kavga ediyorsun malzemeyle. Şiirde de bu var ama daha az yorucu herhalde fizik olarak.

Zihin yorgunluğu açısından pek farkı olduğunu zannetmiyorum.
Tabii, orası öyle. Ama şairlere imrenmişimdir hep: Düşünebiliyor musun, adam bilmem kaç yılında, başka hiçbir sermayesi yokken, herkesin kullandığı beş tane sözcüğü yan yana getiriyor ve o mısra unutulmuyor, dilden dile dolaşıyor. Olacak şey değil yani! Büyü gibi bir şey. Mesela Yahya Kemal’den bir örnek verilebilir. “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” diyor, darbımesel oluyor. Tam tersini söyleyebiliyor başka bir şiirinde. O da darbımesel oluyor. Hatta fikren çok doğru bir şey olması da şart değil. Öyle bir şey söylüyor ki, bamteline basıveriyor insanın. Binlerce sergi gördüm şimdiye kadar ama resim dediğinde sadece birkaç resim geliyor aklıma; bazı ressamlardan ise hiçbir şey kalmamış aklımda, yalnızca yüzlerini hatırlıyorum. Oysa senden bahsedince epeyce resim canlanıyor kafamda. Yakın olduğumuz için belki de.

Paris’e geldiğinde ilk gün bana inmiştin, hatırlıyorsan. Sonra Mübin’in yanına gittin ve bir süre onun atölyesinde kaldın. Aynı evi paylaşıyordunuz.
10 yılı aşkın bir süre yan yanaydık.

Meşhur 210 Boulevard Raspail. Bence orası Türk resminin en önemli kalesi. Kimler gelip geçti o evden...
Senin bir fotoğrafın var, yatarken böyle kanepenin üzerinde, tek başına.

Donla falan...
O yıllardan sana dair şu geldi hemen aklıma: Hani tuvalete şarap şişesiyle girmiştin.

Grand Hôtel De La Loire. Sorbonne’un karşısındaki otel. Tuvalette su yok, ben de şampanya şişesini alıyorum, onunla giriyorum tuvalete. Temizlikçi İspanyol kadınla ahbaplığımız var. Sabah beni tuvaletten şişeyle çıkarken gördü. “Mösyö, mösyö, sabah sabah içiyor musunuz?” dedi. Nasıl anlatayım o şişede su olduğunu...
Bir sürü arkadaşı kaybettik. Şener Akmen, Ali Aşıroğlu, Burhan Uygur, Mübin Orhon. Hepsi kardeş ruhlar. Ve Mübin bambaşka, çılgın bir adamdı tabii. Bana çok şey kattı.

Aslında Mübin’in seni eve kabul etmesi dehşet bir yüreklilik örneğiydi. Tam bir ressam dostu ve aristokrattı.
Evet, tam anlamıyla. Bir gün onu kırdım ben. Biliyorsun çok az bir bursumuz vardı. Üstelik az malzeme veriyorlardı. Avrupa boya almışım, dokunamıyorum. Tual var, malzeme var ama ben okşuyorum onları. İkimizin de parası yok. Bir gün dışarıdaydım. Döndüm; Mübin, “Bak ne yaptım?” dedi. Bir de baktım, koskoca bir tual üzerine bütün boyaları sıkmış. O, boyaları sıkarak resim yapıyordu ya, işte bir tane yapmış, soruyor bana, nasıl olmuş diye. Çok bozul
dum. O kadar hürmet ettiğim, sevdiğim halde kızdım. Çok üzüldü o da. Tam anlamıyla yalnızlık sanatı resim, öyle değil mi? Yazıda hiç olmazsa sosyal bir yön var. Burada atölyene kapanıyorsun ve kendi başına bir dil yaratmaya uğraşıyorsun. Birisi 10 yıl resim çalışsın, bir yere girdiğinde yürüyüşünden hemen fark ederim. Hissediliyor.

Bir nevi hapisten çıkmış gibi oluyor insan. Bir tek ressamlarda vardır megalomani. Neden?
Montparnasse’ta, bir sürü ressam megalomandı. Onları tek tek kameranın önüne oturtup aynı soruları sormak suretiyle bir çekim yapmak istemişimdir hep.

Eski Akademililer’de müşterek bir şey gözlemlemişimdir: Sen de hatırlayacaksın, kıs kıs gülmek... Bu kıs kıs gülüş son derece tipik onlarda. Kavga ediyor aslında ressamlar. Mesela bilmiyorum kompozitörlerde de var mı bu?
Bir de şu var Mehmet; biz resim sergisine dışarıdan bakıp geçeriz. Çekmezse gitmezsin yani. Resim, ona baktığın anda kendini ele veriyor. Handikabı da bu. Şiiri okuyup geçiyorsun, konseri dinliyorsun bitiyor, tiyatro eserleri de öyle... Bir bakışta kendini ele vereceksin, düşünebiliyor musun? Oysa bazı resimler derindir, hemen ele vermez kendini. En çok üzüldüğüm şey, yıllarca çalışıp da resmi bir yere getiremeyen sanatçılar. Hepsine saygım vardır. Öte yandan üzücü bir şeydir de hani. Ama ne olursa olsun bir adam 15-20 sene, 30 sene resim yapmışsa başımın üstünde yeri var. Yani namusuyla resim yaptıysa... Zaten o bir şey olur. Yani yalan söyleyen adamdan sanatçı olmaz. Belli bir radikallik şart.

Resim, hayatın izdüşümüdür. Başka bir şey değil.
İki tane genç senin yaptığın o şeyden feyz alacaktır. Bir de dünyanın kötü haline bakıyorum. Umut kalmıyor. Tabii ki var umut ama, biz ne güzel bir zamanda yaşamışız diyorum, 60’lı yıllar falan. Harp sonrasının umut dolu yılları. İnşallah çocuklarımız mutlu bir dünyada yaşar.

Evet, biz çok budandık. Muhakkak ki daha iyi olabilirdik.
Burs bitti, Türkiye’ye döndüm, baktım ki burası rezalet, tekrar gitmek istedim. Para yok. Parçalı resimlerimden birkaç tanesini kestim. Sen bir tane almıştın, Özer bir tane almıştı, birisini rahmetli Faruk almıştı. O sayede geri dönebilmiştim.

Seni Sirkeci’den trene bindirdiğim geceyi iyi hatırlıyorum. İki çantan vardı; bir tanesi boya doluydu. Çok dokunaklı bir akşamdı. Ağladık da galiba. Taksiyle Galata Köprüsü üzerinden geçişimizi, karanlıklar içindeki Yeni Cami’yi ve bir de seni işçi trenine bindirişimi hatırlıyorum.
Sen çok zor bir atılım yaptın. Benim de aslında öyle bir atılım yapmam lazım. İnsanın enerjisi azalıyor gün geçtikçe. Sen büyük resimler yaptın. Herkesle uğraştın değil mi çulsuz mulsuz? Çalıştın yani...

Vallahi Komet, Türkiye’nin iyiliklerinden bir tanesi; insana iş yaptırıyor. Çünkü dışarıdan gelen şey hakikaten çok az. Biz kendi memesinin sütüyle yaşayanlar olarak her şeyi kendimiz kotarmak zorundayız. Yani iki-üç kişi birbirimizi beslemişizdir, o kadar.
Geriye dönüp bakınca insanların elinde 2000’e yakın resim olduğunu görüyorsun. İçlerinde muhakkak bir miktar iyi resim vardır. Bazı resimlerini özlüyor insan. Resimde yaşayan bir şey var. Eski bir resme baktığım zaman hangi ruh halinde, hangi koşullarda, nasıl, neler düşünülerek, yapıldığını çıkarabiliyorum. Nasıl bir mantıkla, hangi kültürle yapılmış, ne görmüş ne görmemiş, görgüsü apaçık, çırılçıplak ortada... Sergiler açılıyor, geliyorlar, seni çırılçıplak görüyorlar. Herkes bir şey söylüyor. Onun için de beni rahatsız ediyor artık sergiler.

 


MAKALE ARŞİVİNE GERİ DÖN